Bir çocuk daha ortadan kaybolduğunda, kendi etrafındaki dünyada batmakta olan avukat John Piggott, hiç bilmeden, Dedektif Şefi Maurice Jobson’un bazı yanlışları düzeltme sürecini başlatmak için bir katalizör sağlar. John Piggott, bu noktada meslek hayatının dibine vurmuş, hayatında aksayan ne varsa onları düzeltmeye çabalayan bir avukat olarak karşımıza çıkıyor. Diğer taraftan Dedektif Şefi Maurice Jobson, kendi içinde sürekli bir çatışma yaşayan, yıllardır çözemediği cinayet ve kayıp çocuk vakalarıyla boğuşan, ancak bu karmaşanın içinde bir şekilde adaletin peşinden koşmayı sürdüren bir karakter. Arka planda sürekli olarak yer alan bir kayıp çocuk vakası, bu iki adamı farklı yollarla birleştirir. Bir yandan Piggott, olaya dolaylı bir şekilde dahil olurken, diğer yandan Jobson bu durumda adaleti sağlamanın peşine düşer ve bu süreçte hata yapmaktan korkmaz. Bu iki karakterin etkileşimi, hikayenin ilerleyişinde hem dramatik, hem de gerilim yüklü anları beraberinde getirir. Zaman zaman yer yer karamsar ve ümitsiz bir atmosfer hakim olsa da, adaletin peşinden gitmenin önemini ve dünya üzerinde adalet arayan herkesin aslında birbiriyle bağlantılı olduğunu izleyiciye başarılı bir şekilde aktarıyor. Film, izleyenlerine, ne olursa olsun doğruyu yapmanın ve haksızlıklar karşısında susmamanın değerini hatırlatırken, aynı zamanda hayatın karmaşıklığını ve adaletin ne kadar zorlu bir süreç olduğunu da gözler önüne seriyor.